27 Aralık 2009 Pazar

Gitmek

Bugünlerde herkes gitmek istiyor.
Küçük bir sahil kasabasına,
Bir başka ülkeye, dağlara, uzaklara...

Hayatından memnun olan yok.
Kiminle konuşsam aynı şey...
Herşeyi, herkesi bırakıp gitme isteği.

Öyle "yanına almak istediği üç şey" falan yok.
Bir kendisi.
Bu yeter zaten.
Herşeyi, herkesi götürdün demektir.
Keşke kendini bırakıp gidebilse insan.
Ama olmuyor.

Hadi kendimize razıyız diyelim, öteki de olmuyor.
Yani herşeyi yüzüstü bırakmak göze alınmıyor.

Böyle gidiyoruz işte.
Bir yanımız "kalk gidelim",
öbür yanımız "otur" diyor.

"Otur" diyen kazanıyor.
O yan kalabalık zira...
İş, güç, sorumluluk, çoluk çocuk, aile,
Güvende olma duygusu...
En kötüsü alışkanlık.
Alışkanlığın verdiği rahatlık,
Monotonluğun doğurduğu bıkkınlığı yeniyor.
Kalıyoruz...
Kuş olup uçmak isterken, ağaç olup kök salıyoruz.

Evlenmeler...
Bir çocuk daha doğurmalar...
Borçlara girmeler...
İşi büyütmeler...
Bir köpek bile bizi uçmaktan alıkoyabiliyor.

Misal ben...
Kapıdaki Rex'i bırakıp gidemiyorum.
Değil bu şehirden gitmek,
İki sokak öteye taşınamıyorum.
Alıp götürsem gelmez ki...
Bütün sokağın köpeği olduğunun farkında,
Herkes onu, o herkesi seviyor.
Hangi birimizle gitsin?

"Sırtında yumurta küfesi olmak" diye bir deyim vardır;
Evet, sırtımızda yumurta küfesi var hepimizin,
Kendi imalatımız küfeler.

Ama eğreti de yaşanmaz ki bu dünyada.
Ölüm var zira.
Ölüme inat tutunmak lazım,
İnadına kök salmak lazım.

Bari ufak kaçışlar yapabilsek.
Var tabii yapanlar, ama az.
Sadece kaymak tabakası.
Hepimiz kaçabilsek...
Bütçe, zaman, keyif... Denk olsa.
Gün içinde mesela...
Küçücük gitmeler yapabilsek.

Ne mümkün.
Sabah 9, akşam 18
Sonra başka mecburiyetler
Sıkışıp kaldık.
Sırf yeme, içme, barınmanın bedeli
Bu kadar ağır olmamalı.

Hayatta kalabilmek için bir ömür veriyoruz.
Bir ömür karşılığı, bir ömür yani.
Ne saçma...
Bahar mıdır bizi bu hale getiren?
Galiba.

Ben her bahar aşık olmam ama
Her bahar gitmek isterim.
Gittiğim olmadı hiç,
Ama olsun... İstemek de güzel.

Can Yücel

20 Aralık 2009 Pazar

Sağlık "sektörü" ile ilgili.

Çok hakim olmamakla birlikte sağlık hizmetlerinde yaşanan dönüşüm hakkında kendimce biraz ahkam kesme zorunluluğu hissediyordum uzun bir zamandır. Sağlık hizmetlerinin metalaşması ve artık sağlık sektörü adını alması, özel hastanelerin büyük teşvikler ile hızla yaygınlaşması ve bu hizmetin piyasalaştırılmasıyla "ne kadar para o kadar sağlık" düsturu ile işlemesi, sol düşün için kıyasıya eleştirilmesi gereken ve eleştirilen de bir olgudur. Fakat sınıfsal analizin tam olarak yapılabilmesi için, hizmetin tüketim kısmından ziyade üretim tarafında yaşananların da incelenmesi kapitalizmin temel mantığının kendi özel koşulları içinde farklılaşarak ama aynı zamanda da kendini tekrar ederek her alanda aynı dönüşümü gerçekleştirdiğini görmek ve bunun üzerinden bir dil kurmak sanırım doğru olacaktır.
Sağlık alanında yaşanan dönüşümün, ilaç ve eczacılık alt dalında bir süredir süregelen kavgalarını ve konuyla ilgili geleceğe yönelik bazı tahminleri düşündüğüm zaman hiç de yabancı olmadığımız fakat yabancılaştırıldığımız bir takım gelişmeler ile karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum. Son zamanlarda bu konuda o kadar çok, üst üste kararlar alnıyor ki takip etmek gerçekten çok zor. İlk başta doktorun bir SGK'lı hastaya yazacağı ilaç ile ilgili olarak eğer o ilacın etkin maddesi daha ucuz başka bir ilaçta var ise ikinci ilacın yan etkileri ne olursa olsun SGK'nın pahalı olan değil daha ucuz olan ilacın vaad ettiği oranını karşılayacağı ile ilgili bir karar alınmıştı. (Bu kararın akıbeti ne oldu tam olarak bilmiyorum) Daha sonra eczacıların stoklarındaki ilaçlar da dahil olmakla birlikte ilaç fiyatlarında indirime gidileceği hemen arkasından da SGK artık eczanelerle genel sözleşme değil bütün eczaneler ile tek tek sözleşme yapacağını duyurdu. İlaç fiyatlarının düşürülmesi (o da bazı kategorilerdeki ilaçlar) hizmetin tüketimi için olumlu bir gelişme olsa da üretim kısmında planlandığı söylenen dönüşüm doğrultusunda daha anlamlı oluyor.
Hiç yurt dışına çıkmadım dolayısıyla bilmiyorum, fakat özellikle Amerika'da ve bir çok Avrupa ülkesinde "drug store" isminde mağazalaşmış ve tekelleşmiş bir sistemin var olduğu söyleniyor. Merkezden yönetilen, süpermarketler gibi işleyen ilaç mağazaları. Ve bu sistemin Türkiye'de alt yapısının hazırlandığını hatta direk adres vererek BİM mağazalarının yavaş yavaş bu "drug store" lara dönüştürüleceğini söyleyenler var. Bunun doğru olduğunu varsayarsak ileride yaşanacakları kestirmek çok da zor olmasa gerek, çünkü önceden söylediğim gibi aslında biraz marjinalleşerek hep aynı şeyler yaşanıyor. Bugün ülkenin dört bir yanını demir ağlardan çok daha kısa zamanda "ördüğümüz" (biz kimsek artık? ) bir başka şey alışveriş merkezleri. Her ilde, ilçede ilginç isimleri ile birlikte "gelişmişliğin" yeni sembolü (bu gelişme kavramıyla ayrıca hesaplaşacağım fakat biraz daha okumam lazım) yürüyen merdivenleri, sinemaları, eğlence merkezleri ve mağazaları ile "AVM'ler türüyorlar. Çocukluğumuzda, gazetelerin hafta sonları dağıttığı eklerde iki resim arasında 7 farkı bulun diye oyunlar vardı benim iddiam ise bu AVM'leri hakir görmeyin ve her gittiğiniz şehirdekilerden birine mutlaka girin. İstanbul, Eskişehir. Ankara, Gaziantep fark etmez, koca koca AVM'lerin arasında değil yedi, beş fark bile bulamazsınız. Aynı mağazalar, aynı sinemalar, aynı eğlence merkezleri aynı süpermarketler. Zaten bu AVM'lerin işleyişi şu şekilde oluyor; büyük (büyütülmüş) inşaat şirketlerinden bir tanesi daha proje aşamasındayken, zincir haline gelmiş mağazaların merkez binalarına ellerinde proje ile toplantıya gidiyorlar ve yeni AVM için yer teklif ediliyor. Ve gidilecek mağazaların hepsi belli hatta bazı çok büyük markalar için uzun süre kira bile alınmadığını biliyorum. Sadece AVM'de olsun yeter. Sonra şehirdeki tüketim yapısı bir sürü kampanya ve alışveriş merkezinin ışıltılı ve herşeyi içinde barındıran yapısıyla dönüştürülüyor. Çok zengin olmadıkça bu AVM'lerin içinde yer alamayan yerel mağazalar ise teker teker kapanıyor. Yani ufak patronlar kendi üretim araçlarının mülkiyetini kaybediyor. "Drug store"lar bu şekilde yaygınlaştıkça eczacılar da aynı şeyi yaşayacaklar. Her konuda maliyetleri daha az olan ve arkasında büyük sermaye gücünü taşıyan "drug store"lar ile rekabet edemeyen eczaneler kapanacak, az bir kısmı kalacak. Peki üretim araçlarının mülkiyetini kaybeden eczacılara ne olacak? Tezgahtar olarak yörenin ucuz emek gücü kullanılacak olmasına rağmen diğer idari işler için mutlaka kanunen eczacı çalıştırma zorunluluğu olacaktır. Yani eskinin küçük sermayeleri perakendenin proleterleri olacaktır.
Peki bununla ilk defa mı karşılaşıyoruz?. Rekabet söylemi üzerinden beslenen kapitalizmin temelinde bu tekelleşme, merkezileşen sermaye dürtüsü var. 1930'lar, 1960'lar Türkiye'sinde mülksüzleştirilen ufak çiftçiler sanayileşmenin yükünü sırtında taşıyan proleterler haline çevirilmemiş miydi? 1990'larda yerlerinden zorla göç ettirilen kürt çiftçiler, büyük şehirlerde enformel çalışan işçilere dönüştürülmedi mi? Yani yine bir tekrar fakat kendi özel koşullarında farkılaşan bir tekrar yaşayacağız. Nedir bu özel koşullar. Proleterleştirilen eczacılar muhtemelen bir yerlere göç ettirilerek değil, yerlerinde istihdam edilecekler, ve "nitelikli iş gücü" olarak nitelendirilecek ve görece yüksek bir ücretle çalıştırılarak kendilerinin işçi olmadığı sanırısı yaratılacaktır.
Bu vesile ile seneler önce elveda proleterya diyenlere ayrıca selam ederim.

8 Aralık 2009 Salı

Kitlesel müptelalık

Kalabalık bir insan topluluğu Aralık ayının ayazında gecenin köründen sabahın ayazına kadar dışarda kalmayı göze alıyorsa, ne yağmur, ne soğuk bu kalabalığı amaçlarından vageçirmiyor ve yerlerinden kımıldamadan, pet şişelere hacetlerini gidererek sabahı bekliyorlarsa, ben derim ki burada ya ciddi bir toplumsal patlamanın ilk işaretleri var veya bunca insan uyuşturucu almış yerlerinden kımıldayamıyor.
Bahsettiğim bu kalabalığı bugün bir media-markt mağazası açılışında gördüm. Açılış kampanyası yapacağını ve sabahın altısında açılacağını duyuran mağazanın önünde bugün binlerce insan vardı ve birçoğu geceden sıraya girmişti. Tek amaçları bağımlısı olduğumuz elektronik malzemeleri daha ucuza alabilmek. (Bu arada herkes, sadece bir adet kampanya dahilinde ürün alabiliyordu) Hafta içi bir günde orada bu eforu ve vakti harcayan insanların muhtemel işsiz oldukları ve sabit bir gelirleri olmadığını da düşünürsek konunun ciddiyeti daha iyi anlaşılabiliyor. Geliri olmayan ama kredi kartı olan insanlar.
Peki bu durum bir toplumsal patlamanın en azından yakın zaman için bir işareti değilse bunca insan uyuşturucu mu almış oluyor? yoksa benim yukarıda verdiğim seçeneklerden ikiside mi yanlış? Bence ikinci seçenek yani uyuşturucu almış, yerinden kımıldayamayan insanlar tahmini durumu tam olarak tanımlıyor. Kitlesel bir uyuşturulma halindeyiz, bir kaç doz siyasetçi, bir miktar televizyon programı ve olmazsa olmaz tüketim. Elektronik sektörünün bu hızlı yükselişi tüketimin morfininin daha da arttırılması ile çok ilgili bence.Karşı konulamaz derecede bağımlılık yapan yeni oyuncaklarımız eski tüketim mantığını da dönüştürdü. Artık yeni bir metaya sahip olmayı istememiz veya ona ihtiyaç duyduğumuzu düşünmemiz için onun tükenmesine, işe yaramaz hale gelmesine gerek kalmadı. Bir üst modelinin çıkması yeterli, daha önce bir burjuva alışkanlığı olan bu tarz bir tüketim işsiz veya enformel çalışan, işçi sınıfının en kötü durumda olan kesimine kadar yayıldı. Perakende sektörünün yeni yıldızları teknoloji marketleri artık. Her hafta büyük zincirlerden bir tanesi mutlaka yeni bir mağaza açıyor. Tabii bunda kredi mekanizmasının ve teknoloji işçiliğinin maliyetlerinin dünya genelinde düşürülmesinin büyük payı var.Tüketim mallarındaki teknolojik dönüşüm ancak üretim mallarının dönüşümü ile desteklenebiliyor, üretim malları teknolojisindeki gelişim ise sermayenin işçi üzerinde gerçek boyunduruğunun perçinlenmesine sebep oluyor. Yani işçi ücretlerinin düşmesi, yani esnek çalışma, yani taşeron ile desteklenebilen fabrikalar. Farklılaştırılmaya çalışılan fakat özünde yine aynı olan ve bizi aynı kapıya çıkaran sorunlar.
Şunu söylemek istiyorum ki, uyuşturucunun ve müptelanın tanımının (aslında kapsamının) genişletilmesi gerekiyor sanırım. Kitlesel bir müptelalık almış gidiyor. Artık hepimiz müptelayız.
Ben bugün iki büklüm bir vaziyette kocaman iki tane LCD televizyon almış ve onları taşımaya çalışan 70 yaşlarında bir kadın ve bir erkek gördüm . Hangi kimyasal uyuşturucu insanlara bunu yaptırabilir ki?

Nietzsche

Pazaryerinden ve şandan uzakta yer alır büyük olan her şey. Hep pazaryerinden ve şandan uzakta barınmıştır yeni değerler yaratan. Yalnızlığına kaç dostum: görüyorum ki her yerini ağılı sinekler sokmuş. Sert ve sağlam bir havanın estiği yere kaç! Yalnızlığına kaç! Sen küçük ve acınacak kişilere pek yakın yaşadın. Onların göze görünmez öçlerinden kaç! Onlar sana karşı öçten başka bir şey değildirler. Artık el kaldırma onlara! Sayısızdır onlar, hem senin yazgın sinek kovmak değildir ki...

1 Aralık 2009 Salı

Bir Fotoğrafa

karşımdasın işte...
bana bakmasan da oradasın, görüyorum seni.
ah benim sevdasında bencil, yüreğinde sağlam sevdiğim.
kalbime gömdüm sözlerimi, ceset torbası oldu yüreğim.
tıkandığım o an,
elimi nereye koyacağımı saşırdığım o an işte,
aklımdan o kadar çok şey geçti ki takip edemedim.
ellerim boşlukta, ben darda kaldım.
ellerim buz gibi, ben harda kaldım.
bir senfoni vardi kulağımda çalınan,
bitti artik hepsi...

köseme çekildim, hani hep kaldigim köseme.
bakiş açım belli oldu yine.
geride kalan, ardından bakar gidenlerin.
bir meltem olacak rüzgarım dahi kalmadı benim.
dağlara çarptım her esişimde.
yollara küfrettim her gidişinde.

demiştim sana hatırlarsan:
“önemli olan ‘zamana bırakmak’ değil,
‘zamanla bırakmamak’tır..”
şimdi bana, geçen o zamanın
unutulmaz sancısı kalır

gittiğim eğer bensem, söyle bana kimden gittim?
sende yoktum zaten ben, ben yine bende bittim.

Nazım Hikmet

28 Kasım 2009 Cumartesi

ÖMER HAYYAM

ben olmayınca bu güller, bu serviler yok.
kızıl dudaklar, mis kokulu şaraplar yok.
sabahlar, akşamlar, sevinçler tasalar yok.
ben düşündükçe var dünya, ben yok o da yok.

18 Kasım 2009 Çarşamba

Ferhan Şensoy

keşke cüce olsaydım diye düşündü, boyu aynadan uzun sessizlik.

15 Kasım 2009 Pazar

Murathan Mungan

Hayat insana mutsuz olmakla duygusuz kalmak arasında iki seçenek sunar, fazlasını değil.

8 Kasım 2009 Pazar

Tarafsız, alla alla.

Hastayım insanların deliler gibi tarafsız yazı talep etmelerine, sürekli bir tarafsızlık propagandası ve bu propagandanın bulduğu karşılığın yarattığı toz pembe tatmin ve mutluluk hissine.
  • Yakın tarihimiz hakkında birşeyler okumak istiyorum ama "tarafsız" ele alınmış kaynaklar arıyorum.
  • Ben güncel haberleri "tarafsız" yayınlayan bir gazete okumak istiyorum.

-Einstein'mı haklı Hawking'mi, keşke "tarafsız" bir teorem geliştirse biri.

-Ee adam genel görecelilik demiş?

- Olsun. Görecelide olsa tarafsız olsun.

Sosyal konulara, sosyolojiye, siyasete, iktisata hatta tarihe konu olan yazıların tarafsız olması talebinden daha saçma ama bir o kadarda normalleştirilmiş başka talep var mıdır? bilemiyorum. Bunu talep eden insanlarda, kendilerini ya "hiçleştirme" yada "tanrısallaştırma" eğilimi olduğunu düşünüyorum. Çünkü herkes biridir, ve her biri (birey) sosyal konularda bir taraftır. Bu taraf olma halimizi cinsiyetimiz, işimiz, doğduğumuz coğrafya veya gerçekliği algılama (algılayabilme) biçimimiz belirler. Dolayısıyla sosyal konularda tarafsız bir yazı olmayacağı gibi tarafsız bir okuma hali de olamaz. Bu çok değişkenli belirlenen tarafımız bir de diğer tarafa göre veya diğer taraf tarafından, içine çekildiğimiz gerçekliğin varlığının sürekliliği için eziliyor ve sömürülüyorsa, buradan gelen tarafsızlık talebi beni daha fazla şok ediyor. Diğer taraf zaten iyidir rahattır hadi o tam bir aristokrat havasında "tarafsız" bilgi ve yorum talep edebilir. O zaten kendini tatmin ediyor, e peki sana ne oluyor be ezilen, be sömürülen taraf. Sen neden tarafsız olmak istiyorsun? Senin tarafsızlaştırılman, güçsüzleştirilmendir, pes ettirilmendir.

Şimdi biraz sesleneyim o zaman. Mesela;

  • Tarafsız yazı okumaktan, eşitlikten dem vuran, feministlere hiç kulak vermeyen kadın; haberin olsun sen bir KADINSIN
  • Hele bir beri bak, eylemlerde, grevlerde dayak yiyen işçilere, öğrencilere iyi olmuş diyen. Sendikaya üye olunca bütün sorumluluğunu üzerinden attığını düşünen ücretli çalışan (kamu veya özel, kol gücü veya beyin gücü ile çalışan) haberin olsun sen bir İŞÇİSİN.
  • Siz sermayenin konumlandığı merkezlerden uzak coğrafyalarda doğan, yaşayan, sömürülen, en ağır koşullarda çalıştırılan yetmediği yerde göç ettirilen veya taşeron işçisi haline getirilen ama yinede romantik bir birlik veya ulusallıktan bahseden insanlar, haberiniz olsun siz DAHA ŞANSSIZ COĞRAFYALARIN İNSANLARISINIZ.

Bunları söylemek bana mı düşer, yoksa ben ŞANSLI COĞRAFYADA DOĞAN bir ERKEK olarak ukalalık mı yapıyorum? olabilir, belki de İŞÇİ yanım söyletiyordur bunları.

1 Kasım 2009 Pazar

Bukowski

ve aşk iki kez geldiğinde
ve iki kez yalan söylediğinde
bir daha asla sevmemeye karar verdik,
böylesi adilaneydi,
bize ve aşkın kendisine.

ne merhamet dileniriz ne demucize;
yaşayacağız,öleceğiz,
sinek öldüreceğiz,
boks maçlarına ve hipodromlara gideceğiz,
hayatımızı sırf talih ve yetenekle sürdüreceğiz.

21 Ekim 2009 Çarşamba

Ekşi sözlükten bir entry- olduğu gibi-

film : anlat istanbul
sahne : final
hilmi bey yolda yürürken koşarak geçen birisi ona çarpar ve kavalını yere düşürür.
- kırdınız ulan, kırdınız ulan, kırdınız. işte bi bunu kıramadınız. istanbul'unuza geldik karımı elimden aldınız, yetmedi ikinci karımı da elimden aldınız, yetmedi bunu kıracaktınız, kıramadınız! bu benim silahım be, benim topum tüfeğim be. ben bunu üfleyince ne oluyor biliyormusunuz siz? herşey değişiyor, herşey! herşeyi değiştiririm ben! istanbulunuzu da, masalınızı da başınıza yıkarım. uyanın, herkes uyansın! yalan bunlar yalan, masal hepsi. aşklarınız, meşkleriniz, eviniz meviniz hepsi yalan! uyuyorsunuz uyutuyorlar sizi, masal hepsi! gelin gidelim burdan gidelim!
istanbul bitti zaten, başka bir memlekete gitmek lazım. gel abicim gidelim. şimdi hilmi abin bunu bi çalacak herkesin gözü açılacak, herkesin gözünün önündeki sis perdesi kalkacak, yalanlar ortaya çıkacak, herkes çok daha mutlu olacak, uyanın! uyanın millet! burası bize göre değil, bambaşka bir memlekete gidiyoruz, orda kadınlar daha başka, aşklar başka, dostlar daha başka, herşey biraz daha iyi, daha adam gibi. uyanın! gidiyoruz buralardan, sen tek başına kal, bomboş kal istanbul! götürüyorum herkesi.
uyan istanbul orospusu uyan! senin masallarına kandık hayatımızı yedik be! herkeste uyansın, masal bitti! uyanmıyor musun? ben seni uyandırmasını bilirim.

15 Ekim 2009 Perşembe

yalnızlaştırdığımız ağaçlar kadar yalnızız.

3 Ekim 2009 Cumartesi

Mutluluk

Mutluluk kavramının hayattaki tek işlevi acı vermektir

Ayrıca mutluluk bilgi ile kazanılır demiş ya eflatun, halt etmiş afedersin.

23 Eylül 2009 Çarşamba

Troçki

“Partiler ve liderleri… bağımsız kurucu unsurlar değildirler, ama surecin oldukça önemli elemanlarıdırlar. Kitlelerin enerjisi organize edilmediğinde, buhar piston kutusuna girmeden dağılır. Fakat şeyleri harekete geçiren piston ya da kutusu değil, buhardır”

E.Galeano (Zamanın Ağızları)

“Brezilya’da köylüler sordu:
İnsansız bu kadartoprak varken, neden topraksız bu kadarinsan var?
Onlara kurşunla cevap verildi.”

28 Haziran 2009 Pazar

Nazım

Kafamı çıkarıp dolaba kilitlesem bir haftalığına,
Karanlığına boş bir dolabın
Omuzlarıma bir çınar diksem kafamın yerine
Uyusam gölgesinde bir haftalığına…”

20 Haziran 2009 Cumartesi

Deniz Gezmiş

Yarının gerçek edebiyatı,bugünün mapushanelerinden çıkacak,göreceksin.Yazarlarımız konu sıkıntısı çekiyorlardı.İşte bir sürü konu onlara...(Hapisteyken)

17 Haziran 2009 Çarşamba

Fuzuli

Manadan surete giden bir yol vardır,
Mana güllerinin açtığı yer suretin bahçeleridir.

16 Haziran 2009 Salı

OLUR YA

gel birer çocuk olalım, o günden başlayalım
gözlerimiz buluşsun, ilk kez bakışalım
ne dün ne de yarın kalsın, biz yeniden doğalım
ilk söz dudağında, olsun benim adım

olur ya, kalbinde yer bulur da
yerleşirim yıllarca, seversin sonunda
olur ya, evet dersin aşkıma
şeytana uyarsın da, olmaz mı olur ya

gel birer çocuk olalım, o günden başlayalım
gözlerimiz buluşsun, ilk kez bakışalım
ne dün ne de yarın kalsın, biz yeniden doğalım
ilk söz dudağında, olsun benim adım

olur ya, tüm saatler durur da
sonsuza dek yanımda, kalırsın olur ya
olur ya, ateş bacayı sarar da
yanmaz dersin yanar da, olmaz mı olur ya

Fikret ŞENEŞ

8 Haziran 2009 Pazartesi

Deniz Gezmiş, yakalanıp Ankara'ya getirildikten sonra İçişleri Bakanı Haldun Menteşoğlu ile basının önüne çıkarıldı. Basın mensupları önünde yaşanan dialog şöyledir:

Bakan Menteşoğlu- İşte bu pejmürde kılıklı adam, THKO'nun kumandanı imiş, iyi bakın kılığına, kıyafetine, suratına...

Deniz Gezmiş- Ben THKO kumandanı değil, neferiyim.

Bakan Menteşoğlu- Sen kahraman mısın?

Deniz Gezmiş - Siz de kahraman olduğunuz için istifa ettiniz değil mi? Siz Demirel'in neferisiniz, ben THKO'nun... (12 Mart muhtırasından sonra Demirel hükümetinin istifasına gönderme yapıyor)

Bakan Menteşoğlu - Nereye gidiyordunuz?"

Deniz Gezmiş- Devrime...

Bakan Menteşoğlu - (Eliyle duvardaki haritada Sivas'ı işaret ederek) Devrim o tarafta mı?

Deniz Gezmiş- Senin kafan basmaz bu işlere. Devrimin o tarafı, bu tarafı yoktur, her taraftan gelir.

27 Mayıs 2009 Çarşamba

Emma Goldman

Oy vermek bir şeyleri değiştirseydi yasaklanırdı.

25 Mayıs 2009 Pazartesi

KONUŞMA

-aman, kendini asmış yüz kiloluk bir zenci,
üstelik gece inmiş, ses gelmiyor kümesten;
ben olsam utanırım, bu ne biçim öğrenci?
hem dersini bilmiyor, hem de şişman herkesten.

iyi nişan alırdı kendini asan zenci,
bira içmez ağlardı, babası değirmenci,
sizden iyi olmasın, boşanmada birinci...
-çok canım sıkılıyor, kuş vuralım istersen.

ÜLKÜ TAMER

23 Mayıs 2009 Cumartesi

Leyleğin yuvadan attığı yavruları; kot taşlama işçileri


İzlediğiniz her şey kadar gerçek, yaşamın vaad ettikleri kadar sıradan bir yaşamdı benimkisi… Sizin için rakam olan, yanındaki sıfırlarla çoğalttığınız yaşamlarımızı değişim rüzgarlarına yitirdik… Kaç bin olsun, kaç yüz daha ciddi bir kamuoyu yaratmak için bilemem ama birimizin canı, bir anlam ifade etmedikçe bizi unuttunuz… Biz yeni düzenin değişim rüzgarlarıyız... Soğuk esen ve insanı düzenin gerçekliği ile buz gibi çarpan… Şimdi yaşam hikâyelerimiz yerine ölümlerimizi konuşurken yakaladık sizi…

Bir gaz odasında kaybettim yaşamı… Değişimi vaat edenlere hizmet etmek için yola çıktığım kentin basık havasız bir atölyesinde ciğerime dolan zehirle yaşamak için çalışırken kaybettiniz beni … Beni ölüme götüren değişim rüzgarlarıydı…

Yeni düzende herkese yer vardı, katı olmadan buharlaşan yaşamlarımız adına inandık bu vaade… Bu vaatle avuttuk işsizlerimizi, topraksızlarımızı… Köylerimizden kaybedecek hiçbir şeyi kalmayan gencecik bedenlerimizle çıktık yola… Zonguldak’tan, Siirt’ten, Erzurum’dan, Tokat’tan, Bingöl’den, Çorum’dan İstanbul’a gelmiştik… Öyle ışıklı öyle güzel caddelerden geçerek geldiğim köyümün benzeri varoşlardı… Ekmek için, ekmeğimin peşinde Sultançiftliği’nde, İkitelli’de, Küçükköy’de, Halkalı’da, Alibeyköy’de, ne 8 saat çalışmaya, ne sigortaya, ne sendikaya bakmaksızın binlerce saat çalıştık hep birlikte… Yaşama dair hatırladım tek şeyin çalıştığım tozlu atölyede, sıcak bir ev özlemiyle gün doldurduğumdur… Atölyede tek kanun vardı “işleri yetiştirmek için durmadan çalışmak”…

Sadece çalışmak için yaşadığımız İstanbul’da gizli bir elin sakladığı değişim rüzgarının sessiz yaprakları gibi kimseye dokunmadan giden yaşamlarımızı bu rüzgar bir kez daha savurdu… Bilmem kaç ay dayanabildi ciğerlerim tozla karışık kum parçalarına… Her gün daha sert esen değişim rüzgarları sanki hep bana karşı esiyordu… Ne çok çalıştım günler boyu karanlık izbe bir atölyede… Elime tutuşturulan bir liralık ince sarı maskenin ne faydası vardı bilemedim… Üstelik bin kot yaptığımız günleri bilirim, ağrılarım arttı nefesim tıkandı… Doktora gitmek için ne sigorta ne para hiçbir çare bulamadım, bir esir kampına dönmüştü yaşam… ve esir kampının gaz odasında yaşamımı bırakıp gidemedim, köyüme çaresizce döndüm. Bir döşekte ölüme terk edilip, o büyük ilanların altında kaldı bedenim…

Sigortasız, iş güvencesiz çalıştığım zaman boyunca başıma gelecekleri bilmedim, bildiğim zaman çaresiz, çocuklarımın gözleri önünde ölümü beklemeye başlamıştım, yavaş yavaş eriyerek… Işıltılı şehrin güzel mağazalarına yaraşan kotları beyazlatırken, ben yavaş yavaş eridim… Ben erirken siz bilinen markaların modası sandınız taşlanmış kotlarınızı almak için mağazalara girdiniz. Bilemezdiniz her kotta bir yaşam vardı. Şehirde binlerce işçi gece- gündüz birbirine karışan vardiyalarda çalışmıştık. Yeni bir dönem açılmıştı, ihracatta rekorlar, yerli taşeronlar ve çok uluslu firmalarla esen değişim rüzgarları vardı, bizden yana esti sandık, inanmak için tek neden “ekmek”ti. Ekmek kana bulandı; kocaman reklamlar, afişler arasında emeklerimizle özdeşleşen yaşamlarımız ufacık bir yer bulabildi sütunlarda…

Değişim rüzgarıyla yelkenlerini doldurup engin denizlere açılan, tekstil atölyelerinde, tersanelerde, maden ocaklarında, dökümhanelerde, fabrikalarda binlerce faili meçhulun ardında kalan emekleriyle ihracat şampiyonu olan işadamlarına, politikacılara ve yaşananlara susarak göz yuman vatandaşlara soramadım: Bizim yaşam nereye düşer?


Başak Ergüder

19 Mayıs 2009 Salı

George Bernard Shaw

Kaplan adamı öldürmek isterse adı vahşilik, adam kaplanı öldürmek isterse adı spor olur. Suç ile adalet arasındaki fark da bundan büyük değildir

13 Mayıs 2009 Çarşamba

Carl Gustav Jung

Yalnızlık, insanın çevresinde insan olmaması demek değildir. İnsan kendisinin önemsediği şeyleri başkalarına ulaştıramadığı ya da başkalarının olanaksız bulduğu bazı görüşlere sahip olduğu zaman kendisini yalnız hisseder.

10 Nisan 2009 Cuma

Stephen HAWKİNG

Kozmoloji üzerine ne zaman ders verilse, ben Büyük Patlamadan önce ne olduğunu sık sık sormuştum.Önce'nin olmadığı, şüpheyle karşılanır. Çünkü Büyük Patlama zamanın ortaya çıkışını sağladı,Birşey ona sebep olmuş olmalıdır. Fakat ‘neden’ ve ‘etki’ zamana ait kavramlardır. Ve zamanın varolmadığı durumlara uygulanamazlar. Bu yüzden soru anlamsızdır.

Stephen HAWKİNG

Yaptığım şey evrenin başlangıcının bilimsel kurallarla açıklanabileceğinin mümkün olduğunu göstermekti. Bu sayede, evrenin başlangıç kararının bir Tanrı'ya başvurularak açıklanmasının gereksizliği ortaya çıkar. Bu bir Tanrı'nın olmadığını kanıtlamaz, sadece Tanrı'ya bir ihtiyaç olmadığını gösterir.

6 Nisan 2009 Pazartesi

Fuat ERCAN

Hiç kuşkusuz tarihsel olarak yapısallaşmış ve şimdi ise karşımıza zorunluluk olarak içine alan bir gerçekliğin içinde “farklı rollerimiz” vardır.” Anne olmak, baba olmak, dindar olmak, çocuk sahibi olmak, patron olmak, işçi olmak, zanaatkar olmak, tüm bu olma hallerine uygun yaşama reçeteleri ve bu yaşama uygun mekanlar, bu yaşamlara uygun nesneler tanımlanmıştır. Bu tanımlanmış dünya da kaçmak, ama tekil olarak kaçmak sadece yine tanımlanmış fakat aynı dünya içinde başka bir yere kaçmaktır. Aslında bu bir hapishane. Kaçış, daha çok marjinalleşerek içerildiğin başka bir hapishaneye kaçıştır.

4 Mart 2009 Çarşamba

Mihail Bakunin

En başta, ilâhiyatın ilâhî zorbalığına, Tanrı'nın hayaline başkaldırmak gerekir. Gökyüzünde bir efendimiz bulunduğu sürece yeryüzünde kölelikten kurtulamayız.

Mihail Bakunin

Yok etme tutkusu aynı zamanda yaratıcı bir tutkudur.

22 Ocak 2009 Perşembe

Anladım
Bunca zaman bana anlatmaya çalıştığını, kendimi bulduğumda
anladım.
Herkesin mutlu olmak için başka bir yolu varmış,
Kendi yolumu çizdiğimde anladım..

Bir tek yaşanarak öğrenilirmiş hayat, okuyarak, dinleyerek değil..
Bildiklerini bana neden anlatmadığını, anladım.

Yüreğinde aşk olmadan geçen her gün kayıpmış,
Aşk peşinden neden yalınayak koştuğunu anladım..

Acı doruğa ulaştığında gözyaşı gelmezmiş gözlerden,
Neden hiç ağlamadığını anladım..

Ağlayanı güldürebilmek, ağlayanla ağlamaktan daha değerliymiş,
Gözyaşımı kahkahaya çevirdiğinde anladım..

Bir insanı herhangi biri kırabilir, ama bir tek en çok sevdiği
acıtabilirmiş,
Çok acıttığında anladım..

Fakat,hakkedermiş sevilen onun için dökülen her damla gözyaşını,
Gözyaşlarıyla birlikte sevinçler terk ettiğinde anladım..

Yalan söylememek değil, gerçeği gizlememekmiş marifet,
Yüreğini elime koyduğunda anladım..

''Sana ihtiyacım var, gel ! '' diyebilmekmiş güçlü olmak,
Sana ''git'' dediğimde anladım..

Biri sana ''git'' dediğinde, ''kalmak istiyorum'' diyebilmekmiş
sevmek,
Git dediklerinde gittiğimde anladım..

Sana sevgim şımarık bir çocukmuş, her düştüğünde zırıl zırıl
ağlayan,
Büyüyüp bana sımsıkı sarıldığında anladım..

Özür dilemek değil, ''affet beni'' diye haykırmak istemekmiş
pişman olmak,
Gerçekten pişman olduğumda anladım..
Ve gurur, kaybedenlerin, acizlerin maskesiymiş,
Sevgi dolu yüreklerin gururu olmazmış,
Yüreğimde sevgi bulduğumda anladım..
Ölürcesine isteyen, beklemez, sadece umut edermiş bir gün
affedilmeyi,
Beni affetmeni ölürcesine istediğimde anladım..
Sevgi emekmiş,
Emek ise vazgeçmeyecek kadar, ama özgür bırakacak kadar
sevmekmiş...

CAN YUCEL

19 Ocak 2009 Pazartesi

Seni Düşünmek

seni düşünmek güzel şey
seni düşünmek ümitli şey
dünyanın en güzel sesinden
en güzel şarkıyı dinlemek gibi bir şey

seni düşünmek güzel şey
seni düşünmek ümitli şey
fakat artık ümit yetmiyor bana
ben artık şarkı dinlemek değil
şarkı söylemek istiyorum..."

Nazım Hikmet

7 Ocak 2009 Çarşamba

Einstein

"birini sevmem gerek. o da sensin! başka türlüsü çok acınası bir varoluş olacak."
Einstein