27 Aralık 2009 Pazar

Gitmek

Bugünlerde herkes gitmek istiyor.
Küçük bir sahil kasabasına,
Bir başka ülkeye, dağlara, uzaklara...

Hayatından memnun olan yok.
Kiminle konuşsam aynı şey...
Herşeyi, herkesi bırakıp gitme isteği.

Öyle "yanına almak istediği üç şey" falan yok.
Bir kendisi.
Bu yeter zaten.
Herşeyi, herkesi götürdün demektir.
Keşke kendini bırakıp gidebilse insan.
Ama olmuyor.

Hadi kendimize razıyız diyelim, öteki de olmuyor.
Yani herşeyi yüzüstü bırakmak göze alınmıyor.

Böyle gidiyoruz işte.
Bir yanımız "kalk gidelim",
öbür yanımız "otur" diyor.

"Otur" diyen kazanıyor.
O yan kalabalık zira...
İş, güç, sorumluluk, çoluk çocuk, aile,
Güvende olma duygusu...
En kötüsü alışkanlık.
Alışkanlığın verdiği rahatlık,
Monotonluğun doğurduğu bıkkınlığı yeniyor.
Kalıyoruz...
Kuş olup uçmak isterken, ağaç olup kök salıyoruz.

Evlenmeler...
Bir çocuk daha doğurmalar...
Borçlara girmeler...
İşi büyütmeler...
Bir köpek bile bizi uçmaktan alıkoyabiliyor.

Misal ben...
Kapıdaki Rex'i bırakıp gidemiyorum.
Değil bu şehirden gitmek,
İki sokak öteye taşınamıyorum.
Alıp götürsem gelmez ki...
Bütün sokağın köpeği olduğunun farkında,
Herkes onu, o herkesi seviyor.
Hangi birimizle gitsin?

"Sırtında yumurta küfesi olmak" diye bir deyim vardır;
Evet, sırtımızda yumurta küfesi var hepimizin,
Kendi imalatımız küfeler.

Ama eğreti de yaşanmaz ki bu dünyada.
Ölüm var zira.
Ölüme inat tutunmak lazım,
İnadına kök salmak lazım.

Bari ufak kaçışlar yapabilsek.
Var tabii yapanlar, ama az.
Sadece kaymak tabakası.
Hepimiz kaçabilsek...
Bütçe, zaman, keyif... Denk olsa.
Gün içinde mesela...
Küçücük gitmeler yapabilsek.

Ne mümkün.
Sabah 9, akşam 18
Sonra başka mecburiyetler
Sıkışıp kaldık.
Sırf yeme, içme, barınmanın bedeli
Bu kadar ağır olmamalı.

Hayatta kalabilmek için bir ömür veriyoruz.
Bir ömür karşılığı, bir ömür yani.
Ne saçma...
Bahar mıdır bizi bu hale getiren?
Galiba.

Ben her bahar aşık olmam ama
Her bahar gitmek isterim.
Gittiğim olmadı hiç,
Ama olsun... İstemek de güzel.

Can Yücel

20 Aralık 2009 Pazar

Sağlık "sektörü" ile ilgili.

Çok hakim olmamakla birlikte sağlık hizmetlerinde yaşanan dönüşüm hakkında kendimce biraz ahkam kesme zorunluluğu hissediyordum uzun bir zamandır. Sağlık hizmetlerinin metalaşması ve artık sağlık sektörü adını alması, özel hastanelerin büyük teşvikler ile hızla yaygınlaşması ve bu hizmetin piyasalaştırılmasıyla "ne kadar para o kadar sağlık" düsturu ile işlemesi, sol düşün için kıyasıya eleştirilmesi gereken ve eleştirilen de bir olgudur. Fakat sınıfsal analizin tam olarak yapılabilmesi için, hizmetin tüketim kısmından ziyade üretim tarafında yaşananların da incelenmesi kapitalizmin temel mantığının kendi özel koşulları içinde farklılaşarak ama aynı zamanda da kendini tekrar ederek her alanda aynı dönüşümü gerçekleştirdiğini görmek ve bunun üzerinden bir dil kurmak sanırım doğru olacaktır.
Sağlık alanında yaşanan dönüşümün, ilaç ve eczacılık alt dalında bir süredir süregelen kavgalarını ve konuyla ilgili geleceğe yönelik bazı tahminleri düşündüğüm zaman hiç de yabancı olmadığımız fakat yabancılaştırıldığımız bir takım gelişmeler ile karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum. Son zamanlarda bu konuda o kadar çok, üst üste kararlar alnıyor ki takip etmek gerçekten çok zor. İlk başta doktorun bir SGK'lı hastaya yazacağı ilaç ile ilgili olarak eğer o ilacın etkin maddesi daha ucuz başka bir ilaçta var ise ikinci ilacın yan etkileri ne olursa olsun SGK'nın pahalı olan değil daha ucuz olan ilacın vaad ettiği oranını karşılayacağı ile ilgili bir karar alınmıştı. (Bu kararın akıbeti ne oldu tam olarak bilmiyorum) Daha sonra eczacıların stoklarındaki ilaçlar da dahil olmakla birlikte ilaç fiyatlarında indirime gidileceği hemen arkasından da SGK artık eczanelerle genel sözleşme değil bütün eczaneler ile tek tek sözleşme yapacağını duyurdu. İlaç fiyatlarının düşürülmesi (o da bazı kategorilerdeki ilaçlar) hizmetin tüketimi için olumlu bir gelişme olsa da üretim kısmında planlandığı söylenen dönüşüm doğrultusunda daha anlamlı oluyor.
Hiç yurt dışına çıkmadım dolayısıyla bilmiyorum, fakat özellikle Amerika'da ve bir çok Avrupa ülkesinde "drug store" isminde mağazalaşmış ve tekelleşmiş bir sistemin var olduğu söyleniyor. Merkezden yönetilen, süpermarketler gibi işleyen ilaç mağazaları. Ve bu sistemin Türkiye'de alt yapısının hazırlandığını hatta direk adres vererek BİM mağazalarının yavaş yavaş bu "drug store" lara dönüştürüleceğini söyleyenler var. Bunun doğru olduğunu varsayarsak ileride yaşanacakları kestirmek çok da zor olmasa gerek, çünkü önceden söylediğim gibi aslında biraz marjinalleşerek hep aynı şeyler yaşanıyor. Bugün ülkenin dört bir yanını demir ağlardan çok daha kısa zamanda "ördüğümüz" (biz kimsek artık? ) bir başka şey alışveriş merkezleri. Her ilde, ilçede ilginç isimleri ile birlikte "gelişmişliğin" yeni sembolü (bu gelişme kavramıyla ayrıca hesaplaşacağım fakat biraz daha okumam lazım) yürüyen merdivenleri, sinemaları, eğlence merkezleri ve mağazaları ile "AVM'ler türüyorlar. Çocukluğumuzda, gazetelerin hafta sonları dağıttığı eklerde iki resim arasında 7 farkı bulun diye oyunlar vardı benim iddiam ise bu AVM'leri hakir görmeyin ve her gittiğiniz şehirdekilerden birine mutlaka girin. İstanbul, Eskişehir. Ankara, Gaziantep fark etmez, koca koca AVM'lerin arasında değil yedi, beş fark bile bulamazsınız. Aynı mağazalar, aynı sinemalar, aynı eğlence merkezleri aynı süpermarketler. Zaten bu AVM'lerin işleyişi şu şekilde oluyor; büyük (büyütülmüş) inşaat şirketlerinden bir tanesi daha proje aşamasındayken, zincir haline gelmiş mağazaların merkez binalarına ellerinde proje ile toplantıya gidiyorlar ve yeni AVM için yer teklif ediliyor. Ve gidilecek mağazaların hepsi belli hatta bazı çok büyük markalar için uzun süre kira bile alınmadığını biliyorum. Sadece AVM'de olsun yeter. Sonra şehirdeki tüketim yapısı bir sürü kampanya ve alışveriş merkezinin ışıltılı ve herşeyi içinde barındıran yapısıyla dönüştürülüyor. Çok zengin olmadıkça bu AVM'lerin içinde yer alamayan yerel mağazalar ise teker teker kapanıyor. Yani ufak patronlar kendi üretim araçlarının mülkiyetini kaybediyor. "Drug store"lar bu şekilde yaygınlaştıkça eczacılar da aynı şeyi yaşayacaklar. Her konuda maliyetleri daha az olan ve arkasında büyük sermaye gücünü taşıyan "drug store"lar ile rekabet edemeyen eczaneler kapanacak, az bir kısmı kalacak. Peki üretim araçlarının mülkiyetini kaybeden eczacılara ne olacak? Tezgahtar olarak yörenin ucuz emek gücü kullanılacak olmasına rağmen diğer idari işler için mutlaka kanunen eczacı çalıştırma zorunluluğu olacaktır. Yani eskinin küçük sermayeleri perakendenin proleterleri olacaktır.
Peki bununla ilk defa mı karşılaşıyoruz?. Rekabet söylemi üzerinden beslenen kapitalizmin temelinde bu tekelleşme, merkezileşen sermaye dürtüsü var. 1930'lar, 1960'lar Türkiye'sinde mülksüzleştirilen ufak çiftçiler sanayileşmenin yükünü sırtında taşıyan proleterler haline çevirilmemiş miydi? 1990'larda yerlerinden zorla göç ettirilen kürt çiftçiler, büyük şehirlerde enformel çalışan işçilere dönüştürülmedi mi? Yani yine bir tekrar fakat kendi özel koşullarında farkılaşan bir tekrar yaşayacağız. Nedir bu özel koşullar. Proleterleştirilen eczacılar muhtemelen bir yerlere göç ettirilerek değil, yerlerinde istihdam edilecekler, ve "nitelikli iş gücü" olarak nitelendirilecek ve görece yüksek bir ücretle çalıştırılarak kendilerinin işçi olmadığı sanırısı yaratılacaktır.
Bu vesile ile seneler önce elveda proleterya diyenlere ayrıca selam ederim.

8 Aralık 2009 Salı

Kitlesel müptelalık

Kalabalık bir insan topluluğu Aralık ayının ayazında gecenin köründen sabahın ayazına kadar dışarda kalmayı göze alıyorsa, ne yağmur, ne soğuk bu kalabalığı amaçlarından vageçirmiyor ve yerlerinden kımıldamadan, pet şişelere hacetlerini gidererek sabahı bekliyorlarsa, ben derim ki burada ya ciddi bir toplumsal patlamanın ilk işaretleri var veya bunca insan uyuşturucu almış yerlerinden kımıldayamıyor.
Bahsettiğim bu kalabalığı bugün bir media-markt mağazası açılışında gördüm. Açılış kampanyası yapacağını ve sabahın altısında açılacağını duyuran mağazanın önünde bugün binlerce insan vardı ve birçoğu geceden sıraya girmişti. Tek amaçları bağımlısı olduğumuz elektronik malzemeleri daha ucuza alabilmek. (Bu arada herkes, sadece bir adet kampanya dahilinde ürün alabiliyordu) Hafta içi bir günde orada bu eforu ve vakti harcayan insanların muhtemel işsiz oldukları ve sabit bir gelirleri olmadığını da düşünürsek konunun ciddiyeti daha iyi anlaşılabiliyor. Geliri olmayan ama kredi kartı olan insanlar.
Peki bu durum bir toplumsal patlamanın en azından yakın zaman için bir işareti değilse bunca insan uyuşturucu mu almış oluyor? yoksa benim yukarıda verdiğim seçeneklerden ikiside mi yanlış? Bence ikinci seçenek yani uyuşturucu almış, yerinden kımıldayamayan insanlar tahmini durumu tam olarak tanımlıyor. Kitlesel bir uyuşturulma halindeyiz, bir kaç doz siyasetçi, bir miktar televizyon programı ve olmazsa olmaz tüketim. Elektronik sektörünün bu hızlı yükselişi tüketimin morfininin daha da arttırılması ile çok ilgili bence.Karşı konulamaz derecede bağımlılık yapan yeni oyuncaklarımız eski tüketim mantığını da dönüştürdü. Artık yeni bir metaya sahip olmayı istememiz veya ona ihtiyaç duyduğumuzu düşünmemiz için onun tükenmesine, işe yaramaz hale gelmesine gerek kalmadı. Bir üst modelinin çıkması yeterli, daha önce bir burjuva alışkanlığı olan bu tarz bir tüketim işsiz veya enformel çalışan, işçi sınıfının en kötü durumda olan kesimine kadar yayıldı. Perakende sektörünün yeni yıldızları teknoloji marketleri artık. Her hafta büyük zincirlerden bir tanesi mutlaka yeni bir mağaza açıyor. Tabii bunda kredi mekanizmasının ve teknoloji işçiliğinin maliyetlerinin dünya genelinde düşürülmesinin büyük payı var.Tüketim mallarındaki teknolojik dönüşüm ancak üretim mallarının dönüşümü ile desteklenebiliyor, üretim malları teknolojisindeki gelişim ise sermayenin işçi üzerinde gerçek boyunduruğunun perçinlenmesine sebep oluyor. Yani işçi ücretlerinin düşmesi, yani esnek çalışma, yani taşeron ile desteklenebilen fabrikalar. Farklılaştırılmaya çalışılan fakat özünde yine aynı olan ve bizi aynı kapıya çıkaran sorunlar.
Şunu söylemek istiyorum ki, uyuşturucunun ve müptelanın tanımının (aslında kapsamının) genişletilmesi gerekiyor sanırım. Kitlesel bir müptelalık almış gidiyor. Artık hepimiz müptelayız.
Ben bugün iki büklüm bir vaziyette kocaman iki tane LCD televizyon almış ve onları taşımaya çalışan 70 yaşlarında bir kadın ve bir erkek gördüm . Hangi kimyasal uyuşturucu insanlara bunu yaptırabilir ki?

Nietzsche

Pazaryerinden ve şandan uzakta yer alır büyük olan her şey. Hep pazaryerinden ve şandan uzakta barınmıştır yeni değerler yaratan. Yalnızlığına kaç dostum: görüyorum ki her yerini ağılı sinekler sokmuş. Sert ve sağlam bir havanın estiği yere kaç! Yalnızlığına kaç! Sen küçük ve acınacak kişilere pek yakın yaşadın. Onların göze görünmez öçlerinden kaç! Onlar sana karşı öçten başka bir şey değildirler. Artık el kaldırma onlara! Sayısızdır onlar, hem senin yazgın sinek kovmak değildir ki...

1 Aralık 2009 Salı

Bir Fotoğrafa

karşımdasın işte...
bana bakmasan da oradasın, görüyorum seni.
ah benim sevdasında bencil, yüreğinde sağlam sevdiğim.
kalbime gömdüm sözlerimi, ceset torbası oldu yüreğim.
tıkandığım o an,
elimi nereye koyacağımı saşırdığım o an işte,
aklımdan o kadar çok şey geçti ki takip edemedim.
ellerim boşlukta, ben darda kaldım.
ellerim buz gibi, ben harda kaldım.
bir senfoni vardi kulağımda çalınan,
bitti artik hepsi...

köseme çekildim, hani hep kaldigim köseme.
bakiş açım belli oldu yine.
geride kalan, ardından bakar gidenlerin.
bir meltem olacak rüzgarım dahi kalmadı benim.
dağlara çarptım her esişimde.
yollara küfrettim her gidişinde.

demiştim sana hatırlarsan:
“önemli olan ‘zamana bırakmak’ değil,
‘zamanla bırakmamak’tır..”
şimdi bana, geçen o zamanın
unutulmaz sancısı kalır

gittiğim eğer bensem, söyle bana kimden gittim?
sende yoktum zaten ben, ben yine bende bittim.

Nazım Hikmet