16 Haziran 2009 Salı
OLUR YA
gözlerimiz buluşsun, ilk kez bakışalım
ne dün ne de yarın kalsın, biz yeniden doğalım
ilk söz dudağında, olsun benim adım
olur ya, kalbinde yer bulur da
yerleşirim yıllarca, seversin sonunda
olur ya, evet dersin aşkıma
şeytana uyarsın da, olmaz mı olur ya
gel birer çocuk olalım, o günden başlayalım
gözlerimiz buluşsun, ilk kez bakışalım
ne dün ne de yarın kalsın, biz yeniden doğalım
ilk söz dudağında, olsun benim adım
olur ya, tüm saatler durur da
sonsuza dek yanımda, kalırsın olur ya
olur ya, ateş bacayı sarar da
yanmaz dersin yanar da, olmaz mı olur ya
Fikret ŞENEŞ
8 Haziran 2009 Pazartesi
Deniz Gezmiş, yakalanıp Ankara'ya getirildikten sonra İçişleri Bakanı Haldun Menteşoğlu ile basının önüne çıkarıldı. Basın mensupları önünde yaşanan dialog şöyledir:
Bakan Menteşoğlu- İşte bu pejmürde kılıklı adam, THKO'nun kumandanı imiş, iyi bakın kılığına, kıyafetine, suratına...
Deniz Gezmiş- Ben THKO kumandanı değil, neferiyim.
Bakan Menteşoğlu- Sen kahraman mısın?
Deniz Gezmiş - Siz de kahraman olduğunuz için istifa ettiniz değil mi? Siz Demirel'in neferisiniz, ben THKO'nun... (12 Mart muhtırasından sonra Demirel hükümetinin istifasına gönderme yapıyor)
Bakan Menteşoğlu - Nereye gidiyordunuz?"
Deniz Gezmiş- Devrime...
Bakan Menteşoğlu - (Eliyle duvardaki haritada Sivas'ı işaret ederek) Devrim o tarafta mı?
Deniz Gezmiş- Senin kafan basmaz bu işlere. Devrimin o tarafı, bu tarafı yoktur, her taraftan gelir.
27 Mayıs 2009 Çarşamba
25 Mayıs 2009 Pazartesi
KONUŞMA
üstelik gece inmiş, ses gelmiyor kümesten;
ben olsam utanırım, bu ne biçim öğrenci?
hem dersini bilmiyor, hem de şişman herkesten.
iyi nişan alırdı kendini asan zenci,
bira içmez ağlardı, babası değirmenci,
sizden iyi olmasın, boşanmada birinci...
-çok canım sıkılıyor, kuş vuralım istersen.
ÜLKÜ TAMER
23 Mayıs 2009 Cumartesi
Leyleğin yuvadan attığı yavruları; kot taşlama işçileri
Bir gaz odasında kaybettim yaşamı… Değişimi vaat edenlere hizmet etmek için yola çıktığım kentin basık havasız bir atölyesinde ciğerime dolan zehirle yaşamak için çalışırken kaybettiniz beni … Beni ölüme götüren değişim rüzgarlarıydı…
Yeni düzende herkese yer vardı, katı olmadan buharlaşan yaşamlarımız adına inandık bu vaade… Bu vaatle avuttuk işsizlerimizi, topraksızlarımızı… Köylerimizden kaybedecek hiçbir şeyi kalmayan gencecik bedenlerimizle çıktık yola… Zonguldak’tan, Siirt’ten, Erzurum’dan, Tokat’tan, Bingöl’den, Çorum’dan İstanbul’a gelmiştik… Öyle ışıklı öyle güzel caddelerden geçerek geldiğim köyümün benzeri varoşlardı… Ekmek için, ekmeğimin peşinde Sultançiftliği’nde, İkitelli’de, Küçükköy’de, Halkalı’da, Alibeyköy’de, ne 8 saat çalışmaya, ne sigortaya, ne sendikaya bakmaksızın binlerce saat çalıştık hep birlikte… Yaşama dair hatırladım tek şeyin çalıştığım tozlu atölyede, sıcak bir ev özlemiyle gün doldurduğumdur… Atölyede tek kanun vardı “işleri yetiştirmek için durmadan çalışmak”…
Sadece çalışmak için yaşadığımız İstanbul’da gizli bir elin sakladığı değişim rüzgarının sessiz yaprakları gibi kimseye dokunmadan giden yaşamlarımızı bu rüzgar bir kez daha savurdu… Bilmem kaç ay dayanabildi ciğerlerim tozla karışık kum parçalarına… Her gün daha sert esen değişim rüzgarları sanki hep bana karşı esiyordu… Ne çok çalıştım günler boyu karanlık izbe bir atölyede… Elime tutuşturulan bir liralık ince sarı maskenin ne faydası vardı bilemedim… Üstelik bin kot yaptığımız günleri bilirim, ağrılarım arttı nefesim tıkandı… Doktora gitmek için ne sigorta ne para hiçbir çare bulamadım, bir esir kampına dönmüştü yaşam… ve esir kampının gaz odasında yaşamımı bırakıp gidemedim, köyüme çaresizce döndüm. Bir döşekte ölüme terk edilip, o büyük ilanların altında kaldı bedenim…
Sigortasız, iş güvencesiz çalıştığım zaman boyunca başıma gelecekleri bilmedim, bildiğim zaman çaresiz, çocuklarımın gözleri önünde ölümü beklemeye başlamıştım, yavaş yavaş eriyerek… Işıltılı şehrin güzel mağazalarına yaraşan kotları beyazlatırken, ben yavaş yavaş eridim… Ben erirken siz bilinen markaların modası sandınız taşlanmış kotlarınızı almak için mağazalara girdiniz. Bilemezdiniz her kotta bir yaşam vardı. Şehirde binlerce işçi gece- gündüz birbirine karışan vardiyalarda çalışmıştık. Yeni bir dönem açılmıştı, ihracatta rekorlar, yerli taşeronlar ve çok uluslu firmalarla esen değişim rüzgarları vardı, bizden yana esti sandık, inanmak için tek neden “ekmek”ti. Ekmek kana bulandı; kocaman reklamlar, afişler arasında emeklerimizle özdeşleşen yaşamlarımız ufacık bir yer bulabildi sütunlarda…
Değişim rüzgarıyla yelkenlerini doldurup engin denizlere açılan, tekstil atölyelerinde, tersanelerde, maden ocaklarında, dökümhanelerde, fabrikalarda binlerce faili meçhulun ardında kalan emekleriyle ihracat şampiyonu olan işadamlarına, politikacılara ve yaşananlara susarak göz yuman vatandaşlara soramadım: Bizim yaşam nereye düşer?
Başak Ergüder